top of page

[Bilinmeyen İstikametler Bürosu]-{Kasım 21-24* 2017}

>>Osman Faruk Akkum. İsra Aydın. Bilge Bal [Yürütücü]. Hayrunissa Bilgin. Alpar Tan Burçoğlu. Elif Su Demirkol. Deniz İstanbullu. Gamzenur Kurel. Ateş Mucur. Begüm Nar. Melike Obut. Ece Savaş. Kutluhan Tüzün<< MEF FADA, WORKSHOP HAFTASI

Kasım 21

 

Hava yağışlıydı. Saat 14.00 gibi buluştuk. Tanıştık. Kafamız biraz karıştı. Bilinmeyenlerle dolu bir gün oldu. Gezgin, walker, voyageur, wandersmanner; inscribing the city,  yürümek, yolda olmak, yolculuk, tur, gezinti, seyahat üzerine konuştuk. 

***

Bir kitaptan da bahsettik. Frederic Gros'un Yürümenin Felsefesi (Kolektif Kitap, 2017). İçinden bazı bölümleri okuyacaktık. "Dışarısı", "Yalnızlıklar", "Yavaşlık", "Sessizlikler", "Enerji" ve "Kentli Flaneur".  Neden bilmiyorduk.

***

Yürüyecektik. Yürümek bize erteleme özgürlüğü sunacaktı, yani "müsait" olacaktık. Çünkü bu bilinmez yolculuğa çıkmanın sırrı, müsait olma halinde saklıydı. Ne kimseye verecek bir hesabımız vardı, ne de tutarlı olmak zorundadaydık. Yürürken biri olmama özgürlüğünü yakalayacaktık, çünkü yürüyen bedenin tarihi yoktu, o sadece hareket halindeki kadim yaşamdı. Yolda olma hali demek zaten belli bir yere gitmek zorunda olmamaktı. Böylece herhangi bir olay ya da sahneye girmek için durabilir, ilginç yüzleri inceleyebilir, kavşaklara gelince yavaşlayabilirdik.

 

Bilinmeyeni görmek için kendi gündelik alışkanlıklarımızı kırıp birkaç günümüzü tersine döndürmemiz gerekti. Gündelik, bize hergün verilen (payımıza düşen), bize her gün sıkıştıran ve hatta, şimdiki zamanın baskısı ile ezendi. Her sabah uyanma anında sorumluluğunu yeniden yüklendiğimiz şey, hayatın ağırlığı, yaşamanın ya da böylesi bir yorgunluk, böylesi bir arzuyla şu ya da bu koşul altında yaşamın zorluğuydu. Gündelik bizi içeriden sıkı sıkı yönetendi. Bu yüzden, yaşadığımız yaşama uyanmalıydık.

***

Boğaz'ı da bilmiyorduk. Yöntem basitti: Kendimize bir gün verecektik. Varış noktamızı bilmediğimiz bir vapur seferine binecektik ve yolculuk başlayacaktı.  Eğer tercihimiz daha önce yaşadığımız ya da bildiğimiz bir yerse, biliyoruz ki bazen çok aşina olduğumuz aslında pek bilmediğimizdi. Eğer sıkıcı bir yer diye korkuyorsak, sıkıcılığını ortadan kaldırmanın bir yolunu bulacaktık. Evet, bu bir çeşit oyundu ve biz bu oyunu oynayacaktık.  

***

Anladığımız: dünyanın en hakiki, en sahici ve en inandırıcı görünüşleri, soyut mekanlar, coğrafi tanımlamalar, net ve hatasız konum ve rotalar, yerkürenin bilimsel dökümü ve evrenselin grafik bilgisi ile ilgilenmeyecektik. Aylaklı edecek, gözümüzü dikecek ve (atmosferi) hissedecektik. Yolda olma haline dayalı, spesifik bir yer ve zamandan kendi mekansal hikayemizi yazacaktık. Yüzeyi bir yer, territory olarak kavramsallaştırarak çizgimizi yürüyüşe çıkaracaktık.

***

Kentte gezinen adımlar, anında beliren rotalarla kent mekanını yeniden biçimlendirirecekti. Gezgin buradalık ve şimdilikle bir doğaçalama eylemi olarak gerçekleştirdiği rastlantısal ve kuralsız yolculuğunda karşılaştığı her mekansal göstergeyi kendince yeniden üretmeliydi. Yolculuğu boyunca bazı yerleri – uğranılmayanlar- ayıklayıp kaybedecekti. Kalan yerler –uğrak noktalar- arasında ise yeni bir mekansal kurgu yaratmalıydı. Kent içindeki bu mekansal deneyimini anıları ve hayalleri ile harmanlamalıydı. Böylelikle içerisinde bulunduğu çevre, bu çevredeki nesneler, olaylar kişiler ve yerler arasında yeni ve sabit olmayan ilişkisel örüntüler yaratabilecekti. Kendi yer anlayışını, gezi rotasını, mekan dizimini ve topografik ilişkiler düzenini kuracaktı. Kişisel atlaslar oluşacaktı. Mekansal deneyim böylece kişisel kent topografyalarına dönüşecekti. Haritalar, her yolculuğun günlüğü sayılacaktı.

***

"… defteri, mimarın grafiksel sözlüğünün benzersiz bir parçasıdır. … defteri, günlüğün mimari şekli olup, grafik gözlemleri ve hatıraları yazılı olanların yerine geçer. (Sunum) Çizim teriminin çoğunlukla temsilin fiili ve ürünü ile eş anlamlı olduğu yerde, … defteri eylem ve koleksiyon/yığın tanımlar. …defterine çizime tanınmayan derecede özerlik, kısmilik ve soyutluğa izin verilir. Bir koleksiyonun bir parçası olarak, … defteri çizimi, mimari olarak tanımlanması için temsilde tutarlı ve toparlayıcı içeriğe dayanmaz, sıkı temsili kural ve protokollere tabi değildir. Böylece, … defteri, konu, medya, teknik ve eylem konusunda daha anlamlı ve anında olan kişisel bir soruşturma ve arayış alanıdır.  Hatta bilindik temsilin sunmadığı kadar duyusal, tutarsız ve çelişkilidir. …’nin defteri, mimarlığına

içgörü sunan, figüratif, biyografik, duyusal ve tipolojik notlarla doludur."

***

Defterlerimizi hazırladık. Tasarımcı günlüğümüze sadece bugüne ait bir bir günü tuttuk. Her birimiz, kendi deneyimimizin mimarı, yazarı ve bestecisi olacaktık. Saat 16.30 gibi ayrıldık.


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kasım 22

Saat 10.15'te H2'ye bindik. Vapur Anadolu yakası boyunca kıyıya paralel gidecekti. 3 kişi uzak tarafa oturdu, Avrupa yakası kıyısına bakıyordu. Geri kalanlardan 1 kişi üste çıktı; diğerleri ise kıyıya yakın geçen pencere kenarlarındaydı. Başta kimse yalnız değildi, grup halinde oturuyordu, sonra pencere kenarlarına dağıldılar. Sessizlik vardı.  Yalılar terkedilmiş gibiydi, panjurlar kapalı ve bazıları tadilatta. Herkes gitmiş. Hava soğuktu. Zorlu bir topografya bu tepeler. Binalar kıyı hattı boyunca sıralanıyordu, üstlerde ise yeşilin arasında tek tük değerli taşlar gibi parlıyordu. Bu daha çok kuzeye gittikçe hissediliyordu, güneye, arkamızda kalan kente doğru ise yoğunluk artıyordu. Yoğun yerleşim dokusu, tepe ve vadilerden oluşan doğal topografyayı örtüyordu. Kimse Çubuklu'yu daha önce görmemişti. Çubuklu iskelesinde indik.

***

İskelenin karşısından çıkan dik yokuşu gözümüze kestirdik. Yolun karşısına geçip yokuşu tırmanya başladık. Eski bir bina dokusunun içinden geçtik. Dışarıda kimse yok. Yine aynı terkedilmişlik hissi. Birkaç köpek havladı. Bir yandan asfalt yolu ekmek kokusu kapladı, yolun diğer tarafında bir fırın olmalıydı. Bir aralıktan sonra yine bir mahalle arasından geçtik. Yine kimsecikler yok. Yokuşun sonunda, aşağıya değil yukarıya doğru gitmeyi tercih edip biraz daha ilerleyince büyük bir kapı bizi karşıladı. Çok büyük bir bahçeye girdik. Hidiv Kasrı. Neşe, haz, huzur ve mutluluk... Tüm iyi olma halleri şimdilik bir aradaydı. Uzaktan, yakından, içinden ya da belli bir mesafeden, sık ağaçların izin verdiği manzara açıklıklarından kente baktık. Dolaştık, hatırladık ve hayal kurduk. Yağmur başladı.

***

Arka kapı olduğunu düşündüğümüz bir kapıdan çıktık. "Pek kent karakteri taşımayan "kente" geri döndük. Yokuş aşağı ilerledik. Yol çatallanıyordu, ortadayı tercih ettik. Yine eski bir doku... Ana caddeye palelel bir arka sokakta yol boyu ilerledik. Kanlıca'dayız. Ana yola çıktık. Merkezine teğet geçip güneye doğru ilerlemeye devam ettik. Biraz tehlikeli bir yürüyüş hali. Bir tarafımız doğanın sınırı, sert kayalık diğer tarafımız yalıların yüksek bahçe duvarları arasında bir koridorda sapmadan ilerledik. Boğaz'dan eser yoktu, su ile ilişki kuramadık. Anadolu Hisarı'na vardık. Soldan dere kıyısına döndük. Yol boyu mezarlık boyunca ilerleyip ilk çıkıştan geri döndük. Dere sağımızda otoban kenarından yürüdük. Küçüksudayız. Hava epey soğudu.

***

Bir kısmımız Anadolu Hisarı'dan 17.30'de H2 ile Üsküdar'a geri döndük. Bir kısmımız Çubuklu'ya gidip H4'e bindik. Gün batmak üzereydi.

***

 13 kişi l 15.709 adım l 9,3 km

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kasım 23

Saat 10.15'te H2'ye bindik. Hava kötü olmayacak gibydi. Bulutluydu ama açacaktı. Kıyıya paralel kuzeye doğru gittik. Kıyıya yakınlaşıp uzaklaştık. Paşabahçe'de indik. Bir kısmımız bu vapura yetişemedik, saat 11.15'e bindik. Bir önceki günden Çubuklu'ya kadar gitmiştik. Sonrası yine muğlaktı ve yine hiç kimse Paşabahçeyi görmemişti. Geride kalanları beklemek için sahil tarafında bulduğumuz tek açık dükkanda kahvaltı yaptık. 12 gibi toplandık. Acelemiz yoktu nasıl olsa. Zaten hızın zaman kazandırdığı bir yanılsamaydı. Sahilden meydana geçip semt pazarına girdik. Pazar, kalabalıktı, yol dar ve sıkışıktı. Yürüme, kesintili ve düzensiz bir ritimdeydi. Anonim kalabalığın arasında kalabalığı yararak ilerledik. Koşuşturma içerisinde kendi yavaşlığımızla uyumsuzduk. Bir boşluk açıldı ve kilise sokağına girdik. Topoğrafya sahilden içerilere ilerledikçe sertleşti, insan yoğunluğu ise iyice seyreldi, öyle ki bir ara dışarıda sadece biz vardık. Her yer manzaralara bakıyordu, biz de. Sağımızda bir mezarlık kaldı, yokuşları çıktık, sonra tekrar pazardaki kalabalıktan bir sokaktan kavşağa bağlandık. Fabrika yıkıntıları arasında yürüdük ve bir parkın içinden geçtik. Artık Gümüşsuyu kıyıdayız. Ağ onaran balıkçılar, takalar, kızağa çekilmiş kayıklar, martılar... İnsanlar? Başka bir meydana vardık. Burası Beykoz. Meydanda çeşmenin oradan yine bir arka sokağa girdik. Sapmadan düz yol boyu ilerledik. Bir kilise kapısı karşımıza çıktı, zili çaldık, müsait değillermiş, içeri giremedik.

***

Sonra birden asma kilidi açık başka bir kapı gördük, içeri girdik. Bitki Biyoçeşitliği, Geofit Araştırma ve Eğitim Merkezi'ymiş. Oya, sedir, sığla...Toprak, çamur, kıvrılan patikanın büyüsü ve eski Roma yolu. Derine doğru iniyoruz. Ölçeğimiz etrafa bakınca küçüçük.Yürürken hiçbirşey gerçekten yerinden oynamadı, daha çok mevcudiyet bedenimize yerleşti yavaşça. Aslında yürürken hiç birşeye yaklaştığımız yoktu, sadece şeyler bedenimize daha fazla nüfuz ediyordu. Yavaştık, zamanla hemhal olduk ve zamanı esnettik. Zamanın esnemesi ise mekanı derinleştirdi. Gün çok uzundu. Burada yolda olmanın ürkütücü ve tekinsiz bir yanı vardı. Çünkü her yol farklıydı. Birbirine benzemiyordu. Yer seviyesinde bizler, taş şekillerinin farklı olduğunu, çamuru, ağaç hatlarını, renklerin farklı olduğunu gördük. Coğrafyanın nesnel gerçekliğinin algımızı parçalamasına izin vermedik. Yolda olmanın kendimizce bir kişiliği vardı. Aynı gökyüzünün altında kesişen yollar değildi bunlar; hiç birini tek bir açıdan, tek bir manzara renginde, tek bir ışıkta yıkanırken görmedik.

***

Genellemelerden vazgeçtik ve bireysellikleri, kişilikleri algıladık. Şimdi daha çok gerçekçiydik. Müşterek bir işlev ya da isimle maskelemeden eşsizliği gördük.  Sonrasında, bize bu eşsizliği açan bir kapıdan çıkıp karşısındaki başka bir kapıdan girdik. Beykoz Korusu. Atmosferi kokladık. Korunun içinden yürüyerek Beykoz'a geri döndük.

***

Bir kısmımız saat 16.30 gibi H4 ile ayrıldı. Bir kısmımız ise gün batımı için Karlıtepe'ye yola çıktık. İstanbul'a panoramik baktık. Solumuzda kapalı bir siteyi andıran yerleşim yığını ve bir viyadük vardı. Önümüzde burunlar ve koylar dizisinden Boğaz sahilleri ve sırtlara doğru çatallanan, yapay bir topografya oluşturan sık yerleşimler vardı. Fabrika bacaları da seçiliyordu. Bu bakış, kente insan gözünün sahip olmadığı bir perspektifte bakmak gibiydi ve kente yukarıdan aşağıya bakan tanrısal bir göze aitti. Oturduk, seyrettik. Nereden yürüdüğümüzü yaklaşık olarak anladık. Manzarayı önümüze alarak tepeden aşağıya yürüdük. Yüzümüz rüzgarla buluştu. Bizi çevreleyen manzara, binaların boyutu ve mimarisi, havanın temizliği ve kokusu, yaşam biçimi, ortam, ışık, dokular, renkler, kokularla dolu bir kaptı, bedenlerimiz o kapta demlendi.

 

***

Kalanlar saat 18.35'te Beykoz'dan H2'ye, birimiz ise H7'ye bindik. Gün bir saat önce batmıştı.

***

 10 kişi l 20.882 adım l 13 km

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kasım 24

Beşiktaş'ta buluştuk ve saat 11.15'te H3 ile yola çıktık. Bu yolculuk diğerlerinden epey farklıydı. En kuzeye ve sonunda Boğaz'ında en dışına Karadeniz'eydi.  Bu sefer, iki kişi hariç hepimiz dışarıda, üst katta yolculuk ettik. Hava güneşli ve açıktı. Etrafta bulut yoktu ama rüzgar biraz yakıyordu. Bindiğimiz hat diğerlerine göre en kalabalık olandı. Avrupa yakasında kıyıya paralel boğaz köyü iskelelerine uğrayan bir seferdi. Birbirine sarılarak dolanarak biçimlenen tepeler, bunların aralarında kalan vadiler ve bu topografik yapının ortasından boylu boyunca geçen denizyolu, bir omurgaydı Boğaz, daha fazla hissettik bu sefer.

***

Rumeli Hisarı'nda Perili Köşkü görünce inmek istedik ama iskeleyi çoktan geçmiştik, yolumuza devame ettik.

***

Sarıyer'deyiz. Garipçe'ye gitmek üzere otobüs bekledik. Bu yaptığımız diğer yolculuklardan şu açıdan da farklıydı: Vapur sonrası ilk defa bir araç kullanacaktık. Oraya yürümek imkansızdı. Kuzeye doğru gittikçe yerleşim yerleri birbirinden  iyice kopuyordu. Burunlar, tepeler, vadiler ve alabildiğine ağaçlar. Kuzeyde bu doğal topografya üzerinde, karşılıklı olarak kıyıda sıralanan kopuk yerleşimler de takımyıldızı gibi bu deniz omurgasına takılıyordu ve denizden besleniyorlardı. Otobüsle bir rota boyunca birbirinden çok farklı boğaz manzarası açıklılarından, birbirinden çok farklı yerleşim karakteri olan yerlerden geçtik. Topografya inişli çıkışlıydı, yollar ise kıvrımlı. Her tepeden sonra bir vadiye indik. Tırmanışla başladı yolcuğumuz. Önce bir gecekondu mahallesi, sonra vadide ve tepede kapalı siteler, sonra çok yoğun sık orman hattı ve tepeden köy gibi bir yerleşime iniş, Garipçe.

***

Garipçe'de bir dinginlik karşıladı bizi. Tek tük gezmeye gelenler dışında kimse yoktu. Karşı kıyıda da orman dışında pek yerleşim izi seçilmiyordu. Uçsuz bucaksız bir mavi ve yeşil ile onların tonları. Tepeler, patikalar, güneşin parıltısı, manzaralar ve rüzgar ile coğrafyanın ta kendisi. Kelimeleri kullanmayı bıraktık ve sessizlikte daha iyi işittik. Kıyıda oturduk, karşı kıyıya uzun uzun baktık.

***

 

Kale duvarına yapışmış derme-çatma yerleşim yerine çıktık. Her yer merdiven. Asfalt yol yoktu artık. Küçük açıklıklar, iki kişinin yanyana zor geçeceği sokaklar vardı. Patikanın sonu kalenin tepesiydi. Marmara ve Karadeniz'i birlikte gördük.  Köprü, tepenin ardındaydı.

***

Şimdi de  aşağıya inip karşı tepeye tırmanmaya başladık. Köprünün ayağına doğru, çalıların arasından, manzara solumuzda toprak patikadan ilerledik. Yer yer de taş döşeli bir yoldu. Yürüyüşümüz hafif tehlikeli ve epey bilinmezdi. Tek referansımız köprünün ayağıydı. Tırmanışımızda yere adımı sağlam atmalıydık. Bastığımız yeri, direçli olup olmadığını anlamak için yokladığımız belli belirsiz bir an vardı. Bedenimiz sürekli kendini dengede tutmaya çalışırken ve ayağımızı yukarı kaldırırken aslında yürümedik dans ettik.  Toprağın yumuşaklığı bizi tedirgin etti. Bu yürüyüşte söz konusu bizim de kendi gerçekliğimizdi. Çünkü yere ne kadar sağlam bastığımızı da test ettik. Arada durup manzaraya baktık. Patika hiç biryere varmadı, tepeye çıktığımızda ilelemekten vazgeçtik ve geri döndük.

***

Garipçe'den otobüse binip iyice Karadeniz kıyısına gittik. İki mavi bir çizgide birleşiyordu. Burası Rumeli Feneri'ydi. Kalabalıktan çok uzak bir deniz kıyısına düştük. Karşı kıyı diye birşey artık yoktu. Denize ve göğe bakıyorduk.  ... ve en sonunda yalnız, kendi halimizde kalabilmeyi becerebildik. Nihayet dağıldık, kimse kimseyle ilgilenmiyordu. Kuzeyin melankolik atmosferi ve rüzgarı herkese yaradı. Hepimiz artık birer romantik yürüyüşçüydük. Bitkiler, hayvanlar, denizde biten kayalar ve birkaç yalnız siluet bize eşlik etti. Koyda gidip taş sektiren de vardı, deniz kabuğu toplayan da, tepede rüzgara kendini bırakıp hayal kuran da. Yapılı çevreden çok doğanın kendisi herkesin ilgisini çekti.

 

Ceneviz Kalesi'ne de, ineklerin kullandığı dik patikadan çıkıp mahalle arasından geçerek Fener'i de gördük.
 

***

Anadolu Kavağı'na vapurla geçmeyi düşündük, ama oraya vardığımızda gün batmış olacağından vazgeçtik. Sarıyer'de kaldık. Saat 17.30'da H3 ile Beşiktaş'a döndük. Birimiz vapurdan İstinye'de indi.

***

 12 kişi l 11.097 adım l 7,7 km

***

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Her gün biraz daha kuzeye gittik. Hepsi İstanbul'du. Üç gün boyunca, sabahtan akşama kadar evimiz burasıydı işte; yürüyerek ikamet ettiğimiz yer: Burunlar ve koylar, birbirine sarılan ve dolanan tepeler ile vadiler dizisi Boğaz'dı. Onu yavaş yavaş ele geçirdik ve mekanımız kıldık. Kendimize belirli bir görev biçmeden; bir başımıza amaçsızca, telaşsızca yürüdük ve böylece sokakları uzun uzadıya yağmaladık. Sadece sokakları değil, iki yakalı olmanın parçası olarak gördüğümüz ve araya denizin girdiği karşı tarafı da. Deneyimlediğimiz, bu doğal topografik yapının ortasından boylu boyunca geçen deniz yolu olarak Boğaz, bize sürekli bir karşılıklar zemini sundu. Bu karşılıklar zemininin boşluklu yapısı da, bunun arasına serpili röper noktalarının algısı da sürekli olarak değişti. Kuzeye doğru karşılıklı olarak kıyda sıralanan eski köyler takımyıldızını andıran bir yerleşim sisteminin parçalarını oluşturuyordu. Güneye doğru suyun örtücülüğüne benzer şekilde, karada da yerleşimin yoğun örtüsü gelişmiş, yerler örtülmüş, takımyıldızı sönükleşmişti. Boğaziçinde su yolu ve yoğun yerleşimin örtüsü daha egemendi. Tüm gün boğaz hattında, vapur yolculukları ve yürüyüşlerde;  karşı taraflar arasındaki mekansal ve yaşamsal diyalogu da diyalogsuzluğu da hissettik. Deniz bir yandan yerleşimler için kuvvetli bi sınır çizgisi, diğer yandan mekansal bir merkezdi. Artık biliyoruz ki Boğaziçi mekansal olarak özel bir yer. İstanbul'da,  kırsalda ve kentte yolculuğa çıkmak ve birini diğerine yeğlememek gerekir diye düşündük. Çünkü ortak temelleri olsa da nitelikleri farklıydı. Kaldırımda, asfaltta ve park yollarında yürümek, gündelik bir yaklaşım barındırıyordu; benzerlerimizin davranışlarının çeşitliliği vasıtasıyla, zihne büyüleyici gelen ayrıntılı, ufak keşifler yaptık. Kıyılar, ağaçlar, çamur, taş eşliğinde bir başına yürümekse, sistematik gözlemlerden uzak hülyalı bir hal yarattı; ağaçların ve siluetlerin görüntüsüyle ruhlarımız kendini unuttu ve gizli kalan özelliklerimizin farkına vardık sanki. Hızımız kimi zaman vapur kimi zaman sümüklüböcekti.

bottom of page